Ceketinin önünü açmak için bile seyirciden izin isteyen, dinleyicisine “ayaklarınızın türabı, gönülleriniz hizmetçisiyim efendim” diye seslenen, konserini ısrarlar üzerine iyice uzattıktan sonra “evde hanım bekler, onun sıcaklığına da ihtiyacım var, müsaade buyurursanız” diyebilecek kadar samimi bir tevazu ustasıydı o.
On on bir yaşlarında olmalıydım onu ilk kez gördüğümde. Öldü söylentileri üzerine yıllar sonra uzun süredir gurbetlik ettiği Almanya’dan memlekete dönmüş, birkaç günlüğüne ülkenin en önemli konusu haline gelmişti. Ayağının tozuyla katıldığı bir tv programını kimler aramadı ki yarım saat içinde, bakanlar, valiler, milletvekilleri, sanatçılar… Bir dizi “önemli insan” sırayla telefona bağlanıyor, ustaya hoş geldin diyorlardı. Bense bir kenarda anlamayan gözlerle seyrediyordum olan biteni. Saz çalmaya merak salmış bir çocuk olarak şaşırmamam elde değildi. Televizyonda dejenere bir İstanbul Türkçesi duymaya alışmış, büyük şehirde yetişmiş bir “pop çağı” çocuğu için, Ertaş’ın deyimiyle “kara suratlı”, koyu İç Anadolu şivesi konuşan bir adama gösterilen bu hürmet tabii ki şaşkınlık vericiydi. Ailece seyrettiğimiz o program benim Usta ile tanışmama vesile olurken, aslında memleketin hiç bilmediğim bir başka yüzünü daha tanıtmıştı bana.